Bir yaz daha geçti ömürden. Kardelenlerin üzerine düşen ceviz büyüklüğündeki dolu taneleri git diyordu yayla sakinlerine. Belki de doğanın mücadelesi başlıyordu şimdi, güneşin bulutlarla olan kansız savaşı.
Saclara vuran dolu tanelerinin gürültüsü kulaklarda yankılanıyordu. Kontrolü sende olmayan doğa fırtınanın sesini sonuna kadar açmış. Üstelik komşular da bu durumdan rahatsız. Beklemekten başka hiçbir yolu yok! Konuştukça rahatlayan o insan gibi, tabiat da iyice içini dökmeli. Art arda çakan şimşeklerin peşi sıra kopan kıyamet. Şimşekler çok yakına düşmüş olmalı. Cenin pozisyonunu alıyor korkulu gözler, birazdan elektirikler de gidecek. Karanlıkta daha iyi görülecek şimşeklerin büyüklüğü. Gaz lambasının cılız ışığı eşlik ediyor sobanın kapağından çıkan titrek alevlere. Sobaya bir kütük daha atılıyor. Gece uzun, gece sancılı, gece meydan okuyor içindeki her şeye. Kelime-i şehadetler getiriliyor. Vicdan muhasebesi de başlıyor o anda. Dünyanın sonu gelmişse eğer. Kopacak kıyametten korkuluyor; esas içimizde kopan kıyametlerden bihaber. Kırgınlıkları korkularından büyük olanlar çok da umursamıyorlar gök gürültülerini! Köşede unutulmuş antika vazo gibi kırılıp parça parça olunca belki o zaman kıymeti bilinecek.
Burası zamanın durduğu yer, diye düşündü Gökçe'n. Hareket yok, ışık yok. Vadilerin derin sessizliği içinde kopan fırtınalar. Tabiatın kucağında unutulmuş bir avuç insan. Mum ışığında başucunda duran şiir kitabına uzandı eli. Rastgele bir sayfadan okumaya başladı zaten ezberinde olan o Yahya Kemal şiirini.
“Fânî ömür biter, bir uzun sonbahâr olur.
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.
Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ;
Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ.
Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir;
Günler hazinleşir, geceler uhrevîleşir;
Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere.
Anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere.
Dünyânın ufku, gözlere gittikçe târ olur,
Her gün sürüklenip yaşamak rûha bâr olur.
İnsan duyar yerin dile gelmiş sükûtunu;
Bir başka mûsıkîye geçiş farzeder bunu;
Teslîm olunca va'desi gelmiş zevâline,
Benzer cihâna gelmeden evvelki hâline.
Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya,
Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya,
Duymaz bu ânda taş gibi kalbinde bir sızı:
Farketmez anne toprak ölüm mâceramızı.”
Başka söz gerekmezdi. Başka şiir okunamazdı. Üstat Yahya Kemal ki o yücelerin şairi, belki bir fırtınalı gecede yazmıştı şiirini. Gökçe’n kitabı yerine bıraktı. Annesi yatsı namazını kılmış, seccadede oturmuş tespih çekiyor, uzun uzun dualar ediyordu. Dakikalar sonra can çekişen gecede fırtınalar kopmaya devam ederken duaların manevi kudretine sarılıp öylece uyuyakaldılar.
………
Yavaş yavaş aydınlanmıştı şafak. Kara bulutlar yerini sonsuz maviliklere bıraktı. Alelacele kapatılan kapılar ve demir pencereler bu kara gecenin sabahında umudun yeşeren yaprakları gibi yeniden açıldı. İçeriye dolan güneş damlaları ile bütün o telaşları unutup kaldıkları yerden devam ettiler yaşamaya.
devam edecek..
Kar Sıcaktı/Selen Karagöz
fırtınanın sesini sonuna kadar açmış.’
‘Konuştukça rahatlayan o insan gibi, tabiat da iyice içini dökmeli.’
Depremle yatıp kalktığımız bugünlerde bu cümleleri okumak… terapi gibi geldi.
Teşekkürler Selen Karagöz