Sobanın arkasındaki divanda başına gelenleri tekrar tekrar anlatırken bayıltıcı bir rehavet hissediyordu. Dakikalar içinde uyumuştu.
Ah uykusuzluk! Şehir efsanesidir ancak. Bütün gün hayvanların peşinde iz sürmek, çayırlarda ot biçmek, meşelerde çalı çırpı toplamak derken yorgunluktan hemen kapanırdı gözler. “Dün gece hiç uyuyamadım.” diyen biri ya hastaydı ya misafir! Özellikle yüksek rakıma alışkın olmayan, deniz seviyesinde yaşamaya alışkın olan insanlar geceleri kolay kolay uyuyamazlardı bu yerlerde. Yaylacılar ise günlük işlerin telaşıyla öyle yorgun düşerlerdi ki zor bela abdest alıp yatsı ezanının okunmasını beklerken çoğu kez oldukları yerde uyuyakalırlardı.
--Gökçen, yatsı okundu mu evladım. Ezanı duymadım. Bu saate kadar okunmuş olması lazım.
--Evet babannecim, az evvel okundu. Ama şeyy...
--Ne oldu?
--Az önce uyuyakalmıştın babannecim!
-- Yok yavrum uyumadım, gözlerim kapandı öyle bi, aklım başımaydı.
-- ....
Israr etmezdi babaannesi öyle deyince. Boncuk mavi gözleriyle muzipçe bakardı babannesinin gözlerine. Uyuduğunu bilse de üstelemezdi. Çok yaşlıydı babannesi. Buz gibi güğümlerle abdest almak o yaşında pek bi zahmetliydi. Uyumadım demişti babannesi. Uyumadığından emindi. Kabuldü Allah katında.
Gökçe'n uyku ile uyanıklık arasında düşler görürken küçük bir çocuk gibi arada sesli gülüyordu. Havva Ana kızının başucunda oturmuş, uzun siyah saçlarını okşuyordu usulca:
— Melekler güldürüyor karakızımı. Nasıl güzel gülüyor yavrum. Kim bilir yine anacığım girmiştir rüyalarına.
— Maşallah de hanım maşallah . Ben hep söylerim sana Gökçe'nim çok başka diye! Başka bir şey var kızımızda.
Havva Ana ''Bismillahirrahmanirrahim''diyerek Felak ve Nas surelerini okudu, üçer defâ. Gökçen, yüzünde tatlı bir tebesümle uyandı, gözleri yarı kapalı halde gidip hemen yatağına uzandı. Çiçekli, yün yorganına sarılarak gece boyunca mışıl mışıl uyudu.
…………
Kızgın güneş taşları patlatırken çiçeklerin incecik yaprakları hafif meltem rüzgarlarıyla kımıldıyordu. Bu sabah her yer masmaviydi. Çağrankaya Yaylasından bakınca karşı tarafta Kurtlar Yaylası ve Büyük Yayla gözüküyordu. Yaylaların üstündeki sis perdeleri ise tamamen açılmıştı. Dağların zirvelerinde duran, yaz kış erimeyen karlar ağustos sıcakları ile yarışıyordu.
-- Bak dağların karına
Dağların efkarına
Bir yol ver de geçeyim
Gönlünün sol yanına
— Dağların başı duman
Uyan sevdiğim uyan
Açılsın taze güller
Seni gördüğüm zaman
Hanife Nine, sabahın ilk saatlerinde eline bastonunu almış yaylanın dibinden başına doğru ağır ağır yürüyordu. Arada durup uzun uzun dağları seyrediyor, yol boyunca türküler çağırıyordu.
Gökçe'n değirmende tanıştığı Hanife Nine'nin yanık sesini nerde duysa tanırdı. Köyde değirmen taşı dönerken söylediği dertli türküler şimdi ıssız yaylaları şenlendiriyordu. Sesine ses katıyordu dağlar, derdine dert... Gökçe'n aceleyle kapıya çıkıp seslendi arkasından birkaç kez:
-- Hanife Nine, Hanife Nine!
--???
Hanife Nine'nin kulakları çok ağır duyuyordu. Bağıra çağıra türküler çağırarak yürümeye devam etti. Yaylanın başına vardığında durdu bir süre soluklandı. Sonra geldiği yolu takip ederek yaylanın içine doğru yöneldi.
Gökçe'n durur mu o da nineciğinin arkasından gidiyordu. Çok geçmeden yetişti ninesine. Hanife Nine Gökçe’ni karşısında görünce çok şaşırmadı. Sanki onu görmeyi bekliyordu. Sarıldı ellerini öptü ninesinin, uzun uzun kucaklaştılar.
— Ninecim, arkandan seslendim duymadın sanırım. Sana bir şey vermem gerekiyor. Torunların için küçük bir hediye!
— Nee! Yemek vermedin mi kediye!??
Gökçe’n bir yandan ninesinin kulakları ağır işittiği için üzülüyor bir yandan gülmemek için kendini zor tutuyordu.
— Hayır Ninecim , hediye diyorum, hediye!
— Ah, yavrum , sen kendin hediyesin, tatlı dilin, güler yüzün . Ne zahmet ettin yavrum!
— Zahmet olmaz kabul edersen çok sevinirim.
Gökçe’n cebinden bir matruşka bebeği Hanife Nine’ye uzattı.
— Matruşka bebek bunun adı ninecim?
— Mahpusta mı bebek! Aç bakalım içini ne çıkacak? İçinde bir şey var bunun.
— Bir tane daha mı? Amann bu ne güzel bir oyuncak. Torunum bayılacak buna!!
Hanife Nine’nin kulakları mahsus mu duymuyordu bilinmez fakat aralarındaki sevgi dili o kadar kuvvetliydi ki başka hiçbir kelimeye ihtiyaç duymuyorlardı. Sevgi dili yalnızca yüreği temiz kalabilmiş kişiler tarafından bu kadar güzel konuşulabilirdi.
Devam edecek..
Selen Karagöz/ Kar Sıcaktı
çok güzel bir tespit , özellikle çağımızın en zor şeyi ; KALABİLMEK
Yazı diğer yazılar gibi çok güzel